Tatil dönemi bitti, hava bir anda soğudu, hatta öyle soğudu ki bana bile eylülde ilk kez atlet giydirdi! Hem tatillerin bitişi hem de soğuyan havalar neticesiyle üstümüze bir kahverengilik, bir mıymıntılık geldi, oturdu. Bundan dolayıdır, yaklaşık bir haftadır bir sağa bir sola kıvranıyorum: İçimden ne yazmak geliyor ne de çalışmak. Home Office çalışınca da, bu mecazi anlatımlar bir anda gerçeğe dönüşüveriyor.
Yine öyle bir günde, kendimi zorla bilgisayarın başına oturtmuşum, biraz araştırıyor, biraz çalışıyor, biraz okuyor, eh tabi ki biraz da stalk yapıyor(d)um. Arka fonda, odaklanmak için açtığım klasik müzik listesinden Lullaby Op.49 çalıyor, kendime söyleniyorum: “Neden yazamıyorum, bu tembellik ne?!” diye. O anda aklıma geliyor, yahu söyleneceğine yazsana bu anlarını da değil mi? Muhakkak vardır senin gibi kahverengi hissedenler. Yazarken, aklına gelir hangi şehri anlatmak istediğin… Sonrasında ise buradayım, bu cümleleri yazıyorum…
Düşündüğüm gibi oluyor. Hazır sözünü açmışken, aklıma sonbaharın en güzel yaşanacağı şehirlerden birini yazmak geliyor: Milano / İtalya. Nedenine gelecek olursak; sonbaharı doyasıya yaşatan, yerden süpürülmemiş yapraklar…
Bu belediyelere mi bağlı yoksa ülkeden ülkeye değişen bir kural mı bilmiyorum: Sonbaharda yerden yaprakların süpürülmesi. Oldum olası nefret etmişimdir. Nedenlerini anlamaya çalışıyorum ancak hiçbir neden o güzelliği kaldırmaya yetecek kadar anlamlı gelmiyor. En azından parklarımız ya da alleeli geniş caddelerimiz bize kalsa ya! Sonra “Neden kaçtın İstanbul’dan?” diye sorarsınız. Sanki tek neden buymuş gibi konuştum değil mi?
Neyse konudan sapmıyor ve Milano’ya geri dönüyorum. Hayatını Milano’da geçirenleri bilemeyeceğim ancak 10 günlük bir sonbahar kaçamağı için ideal bir şehir. Şehrin merkezinde yürürken ayağınızın altındaki yaprak hışırtıları ile şehrin kimliğinin kombinasyonu büyüleyici…
Hele ki bir de hava sisliyse; eh siz de zaten zamanım kısıtlı anı yaşayayım diyorsanız, manzara daha bir mükemmel oluyor, keyif veriyor.
Size yok Duomo Katedrali yok Galleria Vittorio Emanuele II’yi gezin gibi şeyler söylemeyeceğim. Onlar için Google’a “Milano” yazın, çıksın… Size; katedralin çevresinde yiyeceğiniz muhteşem yemeklerden ve tatlılardan, merkeze yürüme mesafesindeki sokaklardan, cennet köşelerinden, Navigli kenarından bahsedeceğim. O büyülü Rönesans sokaklarında kendinizi kaybetmenizi isteyeceğim...
“Türkün aklı ya yerken..” diyor ve size ilk olarak Milano’da güzel yemek yenecek yerleri anlatmaya başlıyorum. Duomo çevresini geziyorsanız ve o gün bu bölgede kalmayı planlıyorsanız, yürümekten enerji kaybetmiş midenizi güzel bir et ile doldurmak adına, tercihiniz Meat Grillfood olabilir. Via Tommaso Marino’da bulunan restoranın fiyatları uçuk değil, porsiyonları büyük ve mekan dekorasyonu / atmosferi keyifli… Derseniz ki et met istemem kardeşim, İtalya’ya pizza, makarna yemeğe geldim. O zaman sizi Duomo’dan 15 dk kadar yürütüp, Corso di Porta’ya alıyorum. Donna Sophia adındaki bu minik ve şirin restoranda İtalya mutfağının özünü ve güzelini bulabileceğinizden şüphem yok.^^ Ancak gitmeden rezervasyon yaptırmanızı tavsiye ederim.
İtalya’ya gelmişsiniz, tatlılarını yemeden olmaz değil mi? O zaman hemen kendinizi, Via Tommaso Grossi’deki Granaio Caffe’ye atmanızı öneriyorum. Tartlarından, trimasulara bol çeşitli ve bol lezzetli bir mekan.
Diyelim ki ilk gün Duomo bölgesini gezdiniz, bir diğer gün de Navigli bölgesini gezeceksiniz. Varsayalım yani kesinlikle planlarınıza karışmak istemem… Bölgeyi gezdiniz, sıra geldi akşam keyfine. Malum gece hayatı bu bölgede yaşanıyor. Öncesinde şöylee güzelce İtalyan usulü karnımızı doyuralım derseniz, Fabbrica adlı pizzeriada soluğu alabilirsiniz. Naviglio Grande üzerinde bulunuyor ve ambiyansı artı lezzetiyle kesinlikle tavsiye edilesi bir yer.
Biliyorum ki her bir turist gibi siz de en başta soluğu Duomo Katedrali’nde alacaksınız. Üzülmeyin, hepimiz yaptık, yapmaya da devam edeceğiz. Zira gerçekten de kayda değer, inanılmaz bir yapı, insan karşısında büyüleniyor. Bu yüzden yazmaya sanki oradan başlamışsınız gibi devam edeceğim… Duomo’yu ve hemen yanındaki Galleria Vittorio Emanuale II’yi gezdikten sonra, sizi Galleria’nın diğer çıkışına yönlendirmek isterim. Burada sizi Piazza della Scala karşılayacak. Ünlü Teatro alla Scala’nın bulunduğu meydan… Zamanınız varsa bu tiyatro binasının içerisini de görmenizi tavsiye ederim. İtalya’nın her yerinde olduğu gibi, cezbedici bir mimari ve güzellik…
// Teatro alla Scala
İtalya’yı öve öve bitiremediğimi düşünüyor olabilirsiniz. Gerçekten de öyle… Benim için Avrupa’daki sıradan bir ülke değil İtalya… İkinci anavatanım dediğim, kendimi keşfetmeye, tanımaya başladığım ülke. Beni hem çok güldüren hem de çok ağlatan bir ülke… 17 yaşında, yaptığım tercihler sonucu, bir sabah gözümü bu ülkede açtım, bir yıl süreyle de burada açıp kapamaya devam ettim. Benim için tamamen yepyeni olan bu yaşam tarzı bir süre sonra normalim oldu. Güzelce gezdim, öğrendim, yedim, içtim. Eh bırakın da biraz öveyim, seveyim değil mi?
Teatro alla Scala’dan çıkıp sağa doğru o caddeyi takip ederseniz, kendinizi yeniden Duomo Meydanı’nda bulabilirsiniz. Tavsiyem Duomo Meydanı’ndan sonra Via Orefici’yi takip etmeniz ve Via Cordusio’dan şehrin ara sokaklarına dalmanız. Bu sokağın sonunda, sağınızda İtalyan borsasının bulunduğu Piazza Affari kalacak. Borsa deyince çok da çekici gelmeyebilir ancak 2010 yılından beri bu meydan daha bir anlamlı. 2010 yılında 1 haftalığına bu meydana yerleştirilen güzelim(!) heykel, İtalya Devleti tarafından temelli olarak satın alındı ve buranın simgesi haline geldi. Heykelin zerafetine mi hayran kalsak, yoksa bulunduğu konumdaki espritüelliğine mi bilemedik.
Heykelin adı L.O.V.E. Açılımı ise; Liberta, Odio, Vendetta, Eternita… Yani özgürlük, nefret, intikam, sonsuzluk. Gerek bulunduğu mekan, gerekse İtalya’nın son dönemki sosyal ve ekonomik konumu göz önüne alındığında oldukça anlamlı duruyor. Sanatçılardan, Ceo’lara kocamaan bir B.S.G. geliyor.
Piazza Affari’den sonra size tavsiyem, rotanızı Piazza Mentana’ya doğru çevirmek ve ara sokaklarda kendinizi kaybetmek. Bırakın şehir sizi yönlendirsin, o güzelim sokakları bir de siz keşfedin. Piazza Mentana demişken, görülmesi gereken bir alan değil ancak o rota üzerinde çok güzel sokaklardan geçebilirsiniz.
İtalya bu; Rönesans’ın doğduğu yer, sanat ve tasarım ülkesi. Taşı toprağı estetik. Daha da güzeli, bu sadece geçmiş çağlarda kalmamış, günümüzde de devam ediyor. Özellikle Milano’da. Gerçekten de bir tasarım kenti burası, ve tasarım sadece mimaride de kalmıyor. Sürekli kendini yenileyen, eski ve yeniyi çok güzel sentezleyen insanlarla dolu, o insanlara kucak açan bir şehir. Biraz dikkatli olursanız hemen her sokakta, ilginç bir detaya rastlayabilirsiniz.
Gelelim olmazsa olmaz; alışverişe. Kazıklanmadan İtalyan modasına hakim olmanız için sizi Corso Buenos Aires’e yönlendiriyorum. Kocaman bir cadde burası, aradığınız herşeyi bulabilirsiniz. Eğer diyorsanız yok ben bildiğim markalardan vazgeçmem, fazlasına gerek yok. Hiç uğraşmayın, Duomo’nun hemen arkasındaki Corso Vittorio Emanuele II’de tüm bilinen markalar mevcut. Milano’ya gelmişsiniz, bir moda takibi yapmamak olmaz…
Amacım bir sonbahar yazısı yazmaktı. Bundandır ki bol bol yapraklı fotoğraf paylaşıyorum sizinle. Milano’nun daha güneşli, keyifli günleri de var elbet. Diğer yazılarımda, o günlerden anılar da yazarım, paylaşırım. Yine de yolunuz daha sıcak günlerde Milano’ya düşerse, parklarını da gezmeyi unutmayın derim. Özellikle Parco Sempione ve çevresini. Arco della Pace’yi. He bana fark etmez, yaz kış dinlemem, gezerim diyenlerdenseniz, tam gaz koşun parklara, benim için de keyfini çıkarın.^^
Comments